Yalancılık,” kişilik, kimlik ve ahlaki yönden” yanlış bir davranış biçimi olarak kabul ediliyor.
Bilimsel araştırmalara göre, yalana neden olan etkenler beş ana maddede toplanmaktadır.
Bunlar:
1- Aşağılık duygusu,
2- Suçluluk duygusu,
3- Saldırganlık duygusu,
4- Kıskançlık duygusu,
5- Toplumda yaygın hale gelmesi.
Hangi nedenlerle olursa olsun, bütün yalanların temelinde “çıkarların kaybedilme korkusu” yatmaktadır.
Uzun zamandır film eleştirmenliği yapmıyorum.
Oysa yazı hayatıma film eleştirmenliğiyle başlamıştım.
Daha sonra şartlar beni, “evlilik-aile ve karı-koca ilişkilerine” yöneltti.
Epey zamandır da, bir filmi baştan sona oturup izleme imkânım olmadı.
Ancak,
“Kalandar soğuğu filmi,” beni derinden etkiledi.
Bir Karadenizli olmam, eski bir sinema eleştirmeni olmam hasebiyle,
duygularımı ve düşüncelerimi yazıya dökme ihtiyacı duydum.
@@@@@@@@@@@
Her şeyden önce ”kalandar soğuğu” çok etkileyici ve gerçekçi bir film.
Çocukluğumda yaşadıklarımın çoğunu aynısıyla filimde gördüm.
Kendisi de Karadenizli olan,
Yönetmen Mustafa Kara, memleketimin çilesini,
Zorluğunu, hayat şartlarının acımasızlığını aynen yansıtmaya çalışmış.
“Umutla-umutsuzluk” arasında, hayata tutunmaya çalışan
bir ailenin dramını abartısız bir şekilde sinemaya yansıtmış.
Güney doğuda hayat zorluklarından dem vuranlar,
Gelsinler, Doğu Karadeniz’in köylerindeki hayat şartlarını görsünler.
Kim eziyet çekiyormuş, kim sefalet için imiş görsünler.
Filimde yaşananlar hayatın yalnız bir kesidi.
O acımasız hayatı bir sinema filminde değil, uzun bir dizide ancak verilebilir…
Evet, erkekler içinden gelerek gönül rahatlığıyla bir ağlayabilseler, kadın-erkek ilişkileri daha insanı ve daha vicdanı olacağı muhakkak.
Ne yazık ki geleneksel kültürün etkisiyle “erkeklerin ağlama duygusu bastırılıyor ve sindiriliyor.”
Bastırılan ve sindirilen vicdanı duygular zaman içinde katılaşıyor ve şiddete dönüşerek olumsuzluklara yol açıyor.
Erkekler ağlayabilselerdi, başta şiddet olmak üzere kadınlara uyguladıkları birtakım olumsuzluklar asgariye inerdi.
Erkekler ağlamayı becerebilseler, şiddet kullanma, alkolizm tehlikesinden kısmen kurtulabilecek ve kendileriyle daha barışık yaşayabilecekler.
On gün boyunca Türkiye’nin gündemini işgal eden milyonlarca zarara yol açan “Taksim Gezi Parkı olayları,” sıradan basit olaylar olmadığı meydanda…
Solun felsefesini” biliyoruz ama “Türkiye’deki solun mantığı” gerçekten çok farklı ve acımasız.
İstemediği kişileri, kurumları ve iktidarları ortadan kaldırabilmek için “her yolu kendilerine mubah görebiliyorlar.”
Pire için yorganı, rahatlıkla yakabilen bir anlayış.
İnsanlar mağdur olmuş, kamu malı yok olmuş, ortalık yakılmış, yıkılmış hiç umurlarında değil.
Yeter ki istemediği kişiler veya idareciler yok olsunlar…
Cumhuriyet tarihi boyunca böyle bir nesil maalesef yetiştirildi.
Kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan insanlara hayat hakkı tanımayan bir zihniyet…
Yalanı, iftirayı, hakareti ve tacizin her çeşidini yapmaktan çekinmeyen bir “insan (!..) topluluğu.”
Dünyada böyle bir sol anlayış yok ama bizde var…
HHH
“Taksim Gezi Parkı olayları” ile ilgili çok şeyler yazıldı, çizildi.
Bu olaylardan çıkan sonuçları şu şekilde sıralayabiliriz.
*- Her şeyden önce, sokak eylemlerinde zarar gören özel ve kamu kuruluşlarının zararlarıyla ilgili “yeni bir kanun çıkarılmalı.” Buna benzer halk eylemi yapan örgütlerden veya kişilerden çevreye verdikleri maddi zararlardan dolayı paraları tahsil edilmeli. Yalnız Taksim’deki Gezi Parkı’nın zararı 20 milyon civarındaymış. Ülke çapında yapılan zararlar da buna eklenince bu zararın büyüklüğünü varın siz düşünün. Bunu vatandaş niye çeksin?
*- Kısa zamanda bu kadar insanlar nasıl organize edilip sokağa döküldü. Bunu bütün yönleriyle araştırıp kamuoyuna açıklanması lazım. İnsanımız neden bu kadar çabuk gaza geliyor.
*- Sosyal medyada, basında, televizyonlarda bu kadar yalan haber üretip kitleleri sokağa dökenler hakkında bir işlem yapılmalı.
*- Artık günümüzde hiçbir şey gizli kapaklı olmuyor… Dolayısıyla başta hükümetler olmak üzere her şey açık ve net olmak zorunda.
* - Darbelere umut bağlayanlar, şimdi “halk eylemlerinden” medet umar oldular.
Bunun bedelini iktidar değil halk ödüyor.
*- Yönetimi elinde bulunduran iktidar, bu ülkede azınlıkta dahi olsa başka insanların olduğunu da unutmamalı ve ona göre hareket etmeli.
*- Çağımızda kitle iletişimin yaygın olduğu bir dünyada artık hiçbir yönetim isteği gibi hareket edemez. İnsanlar uyandılar, bilinçlendiler ve her şeyin farkındalar. Bu açıdan “Adaletli olmaktan” başka çare yoktur.
*- Bu olaylardan umut bekleyenler hiç boşuna umutlanmasınlar. İktidarın başı ağırdı ama oyları da arttı.
*- CHP ve diğer yan kuruluşlar, “halk eylemi yaptık” diye boşuna sevinmesinler. Belki egolarını tatmin etmiş olabilirler ama çırpındıkça eriyorlar. Kuru kalabalıklar onları umutlandırmasın. Ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, insanımız yakıp yıkan ve çevreye zarar veren zihniyete pirim vermez.
*- İktidar hep başkalarını suçlama yerine birde, kendi içinde “öz eleştiri” yapmalı. “Nerede hata yaptık” diyebilmeli ve kendini yeniden sorgulamalı.
*- Televizyonlarda, yazılı basında, eylemcileri masum göstermeye çalışanlar, yakılan, yıkılan onca kamu malının zararlarıyla ilgili neden bir savunma yapmazlar?
*- Bu eylemlere soyunanların ellerinde haklı gerekçelerin olabilmesi için polisi tahrik edip üzerlerine saldırtmayı bir metot olarak uyguluyorlar. Daha fazla olayların olması, hatta insanların ölmesi için her yolu deniyorlar.
*- Bir defa daha göstermiştir ki gerçekten Türkiye’nin çok büyük “iç ve dış düşmanları” vardır. Bu olaylardan yararlanarak Türkiye’yi içerden bölebilmek için hemen anında seferber olabiliyorlar.
*- Taksim’deki ilk olayın başlangıcına baktığımızda her zaman olan olağan bir gösteriydi. Hiç gerek yokken polisin “orantısız güç kullanması” olayları tırmandırmıştır. Polis bizim polisimiz ama bu işi aslının da ortaya çıkması lazım.
*- Polisin içinde olmaz ama insanın aklından da geçiyor. Koca bir topluluk. Her kesimden her düşünceden insanlar var. Hükümeti zor duruma düşürebilmek için özellikle “şiddet” kullanıldı düşüncesi de insanın aklını kurcalıyor (!...)
*- Sonuç olarak bu eylem “ses getiren bir eylem oldu.” Bu açıdan arkası gelebilir, her an tetikte olmak lazım.
Okuyan varsa, neler yazmaz ki?.. Teknolojinin, bilişimin ve iletişim ağının yaygınlaştığı bir dünyada yenilikler ve gelişmeler insan hayatını kolaylaştırırken okuma alışkanlığının da giderek azaldığını görüyoruz. Artık günümüzde,“yazılı anlatımın” yerini “görsellik” almış durumda. Buna rağmen “yazılı anlatım” inadına direniyor. “İnternet gazeteciliği,” “geleneksel gazetecilikle” kıyasıya rekabetini sürdürmeye devam ediyor? İletişim teknolojilerindeki gelişmeler her gün yeni bir ivme kazanırken yazımızın başlığını biz tekrar yazalım. “Köşe yazarı ne yazar?” Tabii ki; “kendi düşüncesini yazar?” Çünkü yazma eylemi, “bir insanlık ödevidir.” Farklı düşünceler, farklı eleştiriler, “ alternatif düşünceleri” ortaya çıkarır. Alternatif düşünceler de hem bireyin, hem de toplumun “değişimini ve gelişimini” sağlar.
@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@@
Düşünen, araştıran ve yazan birinin “ideali” doğrultusunda “taraf”olması gayet doğal bir davranıştır.Kendi fikirlerimizi ve yazdıklarımızı hiç kimseye dayatmadan ortada söylemek bizim “tebliğ ve hizmet” anlayışımızdır.
Beğenen alır, beğenmeyen almaz.
Gelişmelere karşı, elbette “durum tespiti” yaparız.
Kimseye saldırmadan ve hakaret etmeden.
Biz haddimizi biliriz.
Kimseye saldırmayız ve hakaret de etmeyiz
ama,
saldırıya ve hakarete de pabuç bırakmayız!..
Yaşadığımız hayat sürecinde geçinmesi zor insanlarla doludur.
Bu zor insanlar, kadınlarda olduğu gibi erkeler de oluyor.
Erkeğin fiziksel gücü ve egemen olması nedeniyle onların zorlukları daha öne çıkıyor.
Toplumdan topluma, kültürden kültüre farklı erkek tipleri her zaman olmuştur.
“Dediğim dedik, çaldığım düdük” cinsinden olanlarla devamlı karşılaşıyoruz.
Bu komplekste olanlarla beraber yaşamak zorunda olmayanlar ilişkilerini kesip kendi yollarına devam etme şansları vardır.
İlişkilerini kesemeyenler ise, uyum içinde olabilmenin çarelerini aramak zorunda.
Bencilce hareket eden bu zor insanların en önemli özelliklerinden birisi toplumsal yaşam için gerekli olan asgari vicdan duygusundan yoksun olmalarıdır.
Son zamanlarda moda olan “izdivaç programlarını” yediden yetmişe herkes izliyor.
“Evlilik programları” TV’lerin vazgeçilmez “reyting programları” oldu.
RTÜK ün yaptığı araştırmaya göre, en çok şikâyet edilen programların başında ”evlilik programları “ geliyor.
İşin garip tarafı, en çok izlenen programlar da yine “evlilik programları” oluyor.
Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu?..
Ülkemizde “mahremiyetin deşifre edilmesine” karşı özel bir merak var.
Özel hayata, mahremiyete ve gizliliğe karşı olan bu merek duygusu, Batılıların bize aşıladıkları bir başka alışkanlık…
Özel hayata ve mahremiyete karşı duyulan bu “merak duygusu” az gelişmiş ülkelerin tipik bir göstergesidir.
İnsan hayatı için çok büyük önem arz eden “evlilik kurumunun kutsallığını” böylesine sıradanlaştırmanın“sosyolojik faciaları,” ileriki yıllarda çok korkunç bir şekilde karşımıza çıkar…
Televizyon kanallarındaki programlarının çılgınlığına her gün bir yenisi ekleniyor.
“Biri bizi gözetliyor,” “damat beğendi,” “evcilik oyunu,” “gelin-kaynana” gibi programlarının ardından şimdi de “ izdivaç programları” birbirleriyle yarışıyorlar.
Bu programlar, bu minvalde devam etiği sürece çok yakın zamanda “gerdeğe giriyorum” programları yapılırsa hiç şaşırmayın.
Bu programları meşru hale getirebilmek ve halkın maneviyat duygularını okşayabilmek için de “Din işleri yüksek kurulundan fetva ” bile aldılar.
Din işleri yüksek kurulu üyesi Prof. Dr. İsmail Hakki Ünal; ne şiş yansın, ne kebap cihetine giderek konuya ılımlı bir yorum getirdi.
“İzdivaç programlarının” insanları evliliğe, aile kurmaya teşvik etmesinin olumlu olduğunu, ancak bunlar yapılırken toplumun değer ve ahlak yargılarına dikkat edilmesi gerektiğini bildirdi.
Şimdi TV lerde ki bu programlar; “aileyi, “evliliği,” “karı-koca ilişkilerini” geliştiren, teşvik eden programlar olduğunu söylemek mümkün mü?
@@@@@@@@@@
Her şeyden önce sağlıklı ve uzun ömürlü bir evliliğin olabilmesi için eş adayları birbirlerinin geçmişini bilmeleri lâzım.
Ekranların karşısında 4-5 dakika içinde birbirlerini tanıtarak yapılacak evlilikler, bir ömür boyu nasıl devam eder?
Duyduğumuz kadarıyla katılımı sağlamak ve ilgiyi canlı tutabilmek için “Ajanslardan oyuncular” ayarlandığı şeklinde programlar yapılıyormuş.
Bu tezgâha gelen insanlar, şöhret olabilmek ve TV lerde gözükebilmek için bu programlara ilgi oldukça fazla.
İçlerinde gerçekten evlenmek ve yalnızlıktan kurtulabilmek için gelen insanlar mutlaka vardır. Ancak, bunlar çok azınlıkta.
Esas bu programlara katılan insanlar, “evlenmek için” değil de “eğlenme için” geliyorlar.
Dünya kurulduğundan beri, insanın kişiliğini ve kimliğini kazandığı en kutsal kurum, “aile kurumudur.”
Bu kutsallık; “evlilikle”, “aileyle,” “kadınla” sağlanıyor.
Bu değerleri sıradanlaştırmanın bedeli çok ağır olur.
Aile zarar görürse toplum da insanlıkta zarar görür.
Çünkü “toplumun ve insanlığın sigortası aile ocağıdır.”
@@@@@@@@@
Burada dikkat çeken bir husus da “kadının bir meta haline getirilmesidir,” Alınıp satılan bir atmosfer içerisinde sunulması meselesidir.
En küçük bir olayda ortaya çıkan, basın bildirileri yayınlayan ve protestolar yapan “kadın kuruluşları,” bu programlar hakkında hiç bir tepki göstermiyorlar.
Kadın eksenli diğer birçok programlar, kadınları toplum içerisinde sevimsiz, bayağı ve düzeysiz gösteriyorlar.
Burada insan onuru, kadının kutsallığı ve “annelik şerefi”zedeleniyor, kadın hakları savunucularının hiç biri ortalarda yok…
Hadi yaşlı insanların işleri güçleri yok, can sıkıntısından bu programlara katıldıklarını kabul edelim.
Allah aşkına gençlere ne oluyor?..
@@@@@@@@@@
Artık bu noktadan sonra bu kadar talebi olan “izdivaç programlarını” kaldırmaya kalksanız neler olabileceklerini varın siz düşünün.
Sonuçta bu programların kalkması mümkün gibi görünmüyor olsa bile, en azından kontrol altına alınabilir, daha sağlıklı, daha seviyeli, daha bilinçli ve daha oturaklı olması sağlanabilir.
İleride“sosyal faciaların” olmaması için, şimdiden bu tedbirlerin mutlaka alınması lâzım.
Burada yaşanan çirkin olaylar nedeniyle yeni evleneceklere,”kötü rol modelleri” sergileniyor.
Bu durumdan başta, “kadın,” “evlilik kurumu ,” “aile müessesesi” ve ”toplum” zarar görmektedir.